Kelimenin Sofrasında: Güdül’de Ne Yenir?
Bir Edebiyatçının Masasında Başlayan Hikâye
Bazı şehirler, tıpkı unutulmuş bir roman gibi, kapağını aralayana kadar sessiz kalır. Güdül, Ankara’nın taşra hikâyelerinden biridir; ama bu hikâye, dilden dile yayılan kelimelerle değil, sofradan sofraya taşınan tatlarla yazılmıştır. Bir edebiyatçı için Güdül’de yemek demek, yalnızca açlığı gidermek değil, bir kültürün, bir dilin ve bir belleğin izini sürmek demektir. Kelimenin gücü burada tuz gibi yemeklerin arasında gezinir; her lokmada bir benzetme, her baharatta bir metafor gizlidir.
Anadolu’nun Diliyle Pişen Yemekler
Güdül mutfağı, Anadolu’nun sade ama derin anlatılarından biridir. Tıpkı Yaşar Kemal’in doğayı bir karaktere dönüştürmesi gibi, Güdül de doğasını sofraya taşır. Güdül tarhanası, yalnızca bir çorba değil, çocukluğun yeniden yazıldığı bir anıdır. Yaz güneşinde serilen tarhana, sabrın ve emeğin şiirsel karşılığıdır. Tarhana içildiğinde, sanki bir annenin sesi, uzak bir köy okulunun teneffüs ziliyle birleşir; kelimeler çorba gibi kaynar, anlam demlenir.
Taşın Hafızasında Saklı Lezzetler
Güdül’ün taş evleri, yalnızca mimari bir miras değil, aynı zamanda kokuların saklandığı birer hafıza odasıdır. Etli yaprak sarması bu hafızanın merkezindedir. Her yaprak, sanki bir sayfadır; içine kıyma ve pirinç değil, bir hikâye sarılır. Evin yaşlı kadını o sarma tenceresini karıştırırken, diline dökülen her dua, edebiyatın en kadim biçimi olan sözlü anlatıya dönüşür.
Bir diğer karakter ise keşkektir. Anadolu’nun sabrını temsil eden bu yemek, taş dibekte saatlerce dövülür. Her tokmak darbesi, bir kelimenin biçim değiştirmesi gibidir. Keşkek pişerken, zaman da pişer; geçmiş, bugüne karışır. Bu yüzden Güdül sofralarında yemek yemek, bir romanın ortasında durmak gibidir — her lokmada bir cümle, her tencerede bir paragraf vardır.
Coğrafyanın Şiiri: Doğadan Sofraya
Güdül’ün doğası, kendi şiirini üretir. Yayla yoğurdu serinliğiyle, dağlardan süzülen rüzgârı hatırlatır. Bir kaşık yoğurt, bir haiku gibi kısa ama derin bir dinginlik sunar. Güdül pekmezi ise bu şiirin kış bölümüdür; koyu rengiyle geceyi, kıvamıyla sabrı anlatır.
Yaz mevsimi geldiğinde domates, biber ve patlıcan kavrulurken, mutfak bir edebî sahneye dönüşür: Tencerenin fokurtusu bir dize, kaşığın sesi bir noktalama işareti olur.
Bir Sofranın Romanı
Güdül’de ne yenir sorusunun cevabı, aslında “nasıl yaşanır?” sorusunun da cevabıdır. Çünkü burada yemek, insanın doğayla, geçmişle ve kelimeyle kurduğu ilişkinin simgesidir. Köy pazarındaki taze ekmek, yalnızca bir besin değil; sabahın ilk cümlesidir. Bir parça tereyağlı gözleme ise Anadolu kadınlarının yazdığı sessiz bir manifestodur — sade, ama güçlü.
Her lokmada bir anlam katmanı vardır; tıpkı bir romanda olduğu gibi. Okuyucu, yemeğin tadını alırken, aynı zamanda o kültürün dilini de öğrenir. Güdül mutfağı, edebiyat gibi çok katmanlıdır: dışı sade, içi zengin; yüzeyde tanıdık, derinde gizemlidir.
Okurun Sofrası: Yorumlarda Buluşalım
Edebiyatın görevi, yalnızca anlatmak değil, hatırlatmaktır. Güdül’ün yemekleri de bu görevi üstlenir; bizi geçmişimize, toprağımıza ve birbirimize bağlar. Şimdi sözü size bırakıyorum:
Güdül’ün hangi yemeği sizde hangi edebî duyguyu uyandırıyor? Hangi tat size bir roman kahramanını hatırlatıyor?
Yorumlarda, kendi edebî çağrışımlarınızı paylaşın; kelimelerin ve tatların bir araya geldiği bu sofra, hepimizin hikâyesi olsun.